27 Ocak 2008 Pazar

Kahvaltılık...

Uzun zamandır mutfağa girmediğimi fark edip küçük bir deneme yapmaya karar verdim; ortaya bu oldukça lezzetli simitler çıktı… Buharı tüten çayın yanına çok yakışıyorlar, üstelik de masada peynir varsa lezzet dolu bir şölen sizi bekliyor demektir… Denemeye değer… Tarif hemen altta…

Malzemeler:

4 su bardağı un

1 paket Dr.Oetker Instant Maya

1 yumurta

1 çay bardağı sıvıyağ

1 yemek kaşığı toz şeker

1 tatlı kaşığı tuz

1 çay bardağı ılık su

Tarif:

-Unu eleyip maya ile karıştırıyor, sonra şeker, tuz, sıvıyağ, su ve yumurta akını ekleyip, elinize yapışmayan yumuşak bir hamur elde edene kadar yoğuruyorsunuz,

-Hamurun üzerini ıslak bir bezle örtüp ılık ortamda mayalanmaya bırakıyorsunuz,

-Hamur mayalanınca 7 eşit parçaya bölüp, her parçayı silindir şeklinde yuvarlayıp burarak simit şekli veriyorsunuz,

-Hazırladığınız simitleri yağlı kağıt serili tepsiye koyuyor, kalan yumurta sarısını 1 kaşık su ile incelterek fırçayla simitlerinizin üzerine sürüyorsunuz. Dilerseniz susam serpiyor ve bu şekilde 25dk daha bekletiyorsunuz.

-Süre sonunda tepsiyi 180ºC’de ısıtılmış fırına verip, ortalama 20dk kadar pişiriyorsunuz.

Afiyet Olsun…


Şibumi Etkisi…


Bir kitap okudum… Etkisi hala devam eden… Yaşama dair yeni kararlar aldıran… Hayatın anlamını aramaya iten…

Kitabı elime aldığımda bu kadar kısa sürede okuyacağımı ve bu denli iz bırakacağını tahmin bile edemezdim… 445 sayfalık kitabı sadece 2 günde okudum ki bu ilk defa oluyor…

İtiraf etmeliyim ki ilk sayfalarda biraz sıkıldım, bir tür macera romanı olduğunu düşündüm… Ama sayfaları çevirmeye devam ettikçe anladım ki elimde tuttuğum şey bir macera romanından çok daha fazlasıydı… Şibumi, bir öğretiyi anlatıyor, huzuru bulmanın sırrını veriyor, düşünceyi geliştirme yolları sunuyor… Bunu yaparken de Japon ve Bask kültürlerinden, go’dan, şibumi felsefesinden, mağaracılıktan, CIA dolaplarından yardım alıyor ve daha birçok şey hakkında detaylı bilgi sunuyor…

Kitabı bitirdiğinizde içinizde yoğun bir araştırma isteği uyanıyor; yazar hakkında detaylı bilgi edinmek, şibumi’nin inceliklerini öğrenmek, go oynamak, Japon bahçesi kurmak istiyorsunuz… Ben kısa bir araştırmaya giriştiğimde oldukça enteresan sonuçlar elde ettim doğrusu; Şibumi’nin yazarı Trevanian’ın aslında yazarın takma adı olduğunu ve buna benzer takma isimlerle yazılmış daha birçok kitabı olduğunu, 2 yıl kadar önce İngiltere’de hayata veda etmiş olduğunu ve mezarının ailesi dışında kimse tarafından bilinmeyen bi yerde olduğunu, kısacası yazarın, hayattayken de, şimdi de kendini hep saklama gereği duyduğunu, bunun da onu kitapları kadar esrarengiz biri yaptığını…

Ben esrarları çöze dururken size tavsiyem, hayatınızda dönüm noktası oluşturabilecek bu kitabı alıp okumanız… Dilerim benim kadar sever, dönüp içinize bakma isteği duyarsınız…

Kitap’tan;

Şibumi, sıradan, olağan görünümlerin altında yatan gizli üstünlükleri anlatır… O kadar doğru bir söz ki cesaretle söylenmesine gerek yok, o kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok, o kadar gerçek ki sahici olmasına gerek yok… Şibumi demek, bilgeden çok anlayış demek, ifade dolu bir sessizlik demek, kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçakgönüllülük demek, hâkimiyet peşinde olmayan otorite demek…

Nikolai: “İnsan şibumi’yi nasıl elde eder, efendim?”

Kişikava-san: “İnsan şibumi’yi elde etmez… Ancak onu… keşfeder. Bunu ancak bilgilerden geçip basitliğe varabilen üstün insanlar yapabilir.”

Kitabı tavsiye eden Zuzu'ya çok teşekkürler...

23 Ocak 2008 Çarşamba

Özet...

Haftasonumu özetleyen 2 kare... Ayrıntılar yolda...

22 Ocak 2008 Salı

Paris'te 2 Gün...

Toshi hafta sonu kutsal bir görev için Zuzu’ya yardımcı oluyordu… Dolayısıyla kendisine kavuşur kavuşmaz hemen birkaç satır yazayım dedim… Özlemişim…
Öncelikle geçen hafta kızlar takımıyla izlediğim ve oldukça ilginç olduğunu düşündüğüm bir filmi paylaşmak istiyorum. Animasyonlara ve Türk filmlerine pek gönül vermeyen biri olarak kış sezonu oldukça durağan geçiyor benim için… Bu durağanlık içinde kız arkadaşlarla izlenebilecek bir film olduğunu düşündüğüm “Paris’te 2 Gün” ile şansımızı deneyelim dedik… Sonuç mu? Bi parça hayal kırıklığı, biraz da eğlence…
Gerçi filmin konusu oldukça ilginçti; New York’ta yaşayan genç çift Jack ve Marion tatillerini Avrupa’da geçirmeye karar veriyorlar. Son derece romantik Venedik tatilinin ardından ikili Marion’un ailesinin yaşadığı Paris’te 2 gün geçirmeye karar veriyor. Aşıklar şehri Paris fikri Jack’i başta heyecanlandırsa da işler hiç de beklendiği gibi gitmiyor. Marion’un zamanında şehrin yarısı ile çıkmış olduğunu şaşkınlıkla öğrenen Jack, Fransızların seks konusundaki rahatlığı karşısında da şaşkına dönüyor. Komik olayların birbiri ardına sıralandığı iki günün ardından aşıklar bir yol ayrımına geliyorlar. Yine de filmin sonunda yollarına birlikte devam etmeye karar veriyorlar. Kısacası bana göre filmde anlatılmak istenen şey: “insanlar, her ne kadar farklı kültürlerden geliyor olsalar da, sevgi’nin insanları bir arada tutan yegâne şey” olduğu…
Kısaca film, dışardan bakıldığında klasik bir romantik komedi havasında olsa da Fransız kültürü hakkında oldukça ilginç ipuçları veren, küçük ayrıntılarda mizah barındıran, aynı zamanda da ırkçılık gibi konulara göndermeler yapan sosyal içerikli de bir film… Ama Fransızların ilişkiye bakış açılarını, rahatlıklarını çok iyi bilmeyen biri için oldukça şaşırtıcı sahneler de yok değildi, o yüzden filmi izlerken yanınızdaki koltukta kimin oturduğuna dikkat etseniz iyi olur :)
Daha anlatacaklarım var ama bunun için biraz zamana ihtiyacım olacak... Çok yakında görüşmek üzere...

13 Ocak 2008 Pazar

Bütün Kızlar Toplandık…

Şirketten bir grup çok sevilen kız arkadaşlarla sarı civcive atlanıp Korupark’a gidilir… Rejim falan hak getire pizzalar afiyetle mideye indirilir, garsona getir götürlerle işkence edilir… Moda, makyaj muhabbetleri edilip, kozmetik reyonları arasında arkadaşlar kaybedilir… Zara, Mango vb. mağazalarda kıyafetler denenir, indirimlerden faydalanılır… Kahve Dünyası’nda lokum eşliğinde türk kahveleri yudumlanır, dilekler tutulur, fallara bakılır… Akşam, keyifli kahkahalar eşliğinde son bulur…

En kısa zamanda tekrarlamak umuduyla, Elif, Hande ve Ayşegül’le bu güzel akşam için teşekkürler, çok eğlenceliydi…

8 Ocak 2008 Salı

Karışıklık...


Kafam karışık… Ezelden gelen bir karışıklık bu… Zaman, mekân, kişiler değişiyor ama “karışıklık” hep orda… Durup gözümün içine bakıyor… “Boşuna uğraşma benimle, ne kadar da uğraşsan yakanı bırakmam, hücrelerinin en kuytu köşelerine saklanır, beklemediğin anlarda çıkıveririm ortaya” diyor… Terk etmiyor, etmeyecek…

Her seferinde "işte diyorum, nihayet gitti"… Ve içimden bir melodi tutturuyorum, bırakıyorum hayatın akışına kendimi, güneş yüzümü aydınlatıyor, kaygısız telaşsız elimdeki kâğıt helvadan bir ısırık alıyorum… Her yer şekerimsi bir yapışkanlığa bulanıyor, ama kimin umurunda, düşüncelerim hiç olmadıkları kadar berraklar, bunu kutluyorum ben…

Tam da her şeyin çok güzel olacağını bildiğimi sandığın işte tam da böyle anlarda aniden bulutlar kaplıyor etrafı, yüzümü aydınlatan güneş yerini soğuk esen bir rüzgâra bırakıyor… Önce hafiften bir titreme geliyor, sonra da ne olduğunu anlamadan fırtına kopuyor zaten… Sakin sular fırtınanın etkisiyle ne varsa alıyor içine, her şey birbirine giriyor, zaman olduğundan çok daha ağır akıyor… O sinsi şeytan gene geri geliyor, beynimin kabuğundaki her bir kıvrımda yer buluyor hemen kendine, sonra da yavaş yavaş beynimin içine girmeye çalışıyor…

Bakalım bu sefer başarılı olabilecek mi?

6 Ocak 2008 Pazar

Soğuk Bir Pazar…


Bursa’da soğuk bir kış günü ne yapılır?

Hayır hayır film izleme planlarımı gerçekleştiremedim henüz, önümüzdeki hafta gerçekleştirilecek sosyal aktiviteler listesine eklendi maalesef kendisi, sebebi de izlemeye değer bir filmin şu an vizyonda olmayışı! Buradan yönetmen arkadaşlara seslenmek istiyorum, “Lütfen izlemeye değer bir şeyler yapın artık, boşa zaman harcatmayın bize! Birbirinizi tekrarlamaktan sıkılmadınız mı hâl â?”…

Ama Zuzu’yla geçirilen keyifli bir kış günüydü… Soğuk hava yıldırmadı bizi; bir çift eldiveni paylaşarak sokak sokak gezdik yine, Bursa’nın is kokan daracık sokaklarında kış havasını ciğerlerimize çektik, yorulunca güzel cafelerde soluklanıp sıcak sohbetler ettik, fotoğraf çektik, dumanı tüten kahveler yudumladık, her zamanki gibi aynı anda aynı şeyleri düşündük, sonra da bunun nasıl olabildiği varsayımları üzerinde kafa yorduk…

Durum Raporu: Haftanın yorgunluğundan eser yok, ama yarın yapmam gerekenleri düşünmek bile istemiyorum :)

P.S Bu arada feci alışveriş yapasım var şu sıralar, gözüm sürekli vitrinlere takıldı bugün, hatta Zuzu uyarmasa asılı kaldı diyebilirim :)

5 Ocak 2008 Cumartesi

Çeşm-i Bülbül...

Unutmuşum… Ara sıra bir şeyler yazmam gereken bir bloğum var artık benim!.. Ama işe güce öyle dalmışım; dağılmışım ve dağılmaya devam ediyorum ki durdurabilene aşk olsun… Kurtulmaya çalıştıkça içine batıyorum sanki… Son dört gün; aylık raporlar, yılsonu raporları, sunumlar, yürütülmeye çalışılan bir projenin detaylarıyla geçti… “Mailboxım’da kırmızı mail görmek istemiyorum” diye haykırmak üzereyim nerdeyse… Tüm bu yoğunluğun ardından en azından bugün güzel bir cumartesi uykusu hayal etmiştim; adet olduğu üzere sabah erken saatte uyanılıp, günlerden cumartesi olduğunun hatırlandığı ve sıcak yatağa yeniden büyük bir keyifle gömüldüğümüz cinsten bir cumartesi sabahı… Ama olmadı maalesef! Yine isteksizce yollara düşüldü ve soğuktan sızlayan bir burunla şirkete varıldı, acil kafein ihtiyacı giderilerek erken saatte kaçma ümidiyle girişilen işler bir türlü bitmedi ve yine akşam edildi… Saat 6 da şirketten çıkarken Zuzu’yu çok özlemiş olduğumu fark ettim ama kendisinin ciddi bir “go etkinliği toplantısı” olması ve benim de enerjimin tükenmeye yakın olması münasebetiyle en kısa yoldan eve dönüş yapıldı… Ama yarından umutluyum; iki çift yeşil göze bakıp her şeyi unutma ve güzel bir film izleme planındayım…

Bu arada noki bana küstü küsecek, kaç zamandır elime alıp bir-iki poz çekmişliğim yok… Masanın üzerinde öyle boynu bükük görünce dayanamayıp aldım elime, ortaya işte bu mum ışığında çekilen çeşm-i bülbül fotoğrafı çıktı…

1 Ocak 2008 Salı

2008'e Merhaba...


2007 acı-tatlı anılarla geride kaldı…

Geçen zaman belki bir parça zamanımızdan çaldı, bize ağır gelen yüklerin altında ezildik, narin kelebek kanatlarımız incindi, beklentilerimize cevap bulamadık, hayat adil davranmayıp düşman saflardan sırıttı çaresiz hallerimize, biz de neyle mücadele ettiğimizi bilmeden gözümüz kapalı kılıç savurduk alabildiğine…

Ama tüm sıkıntıların içinde güzellikler de oldu muhakkak; belki de hayatımızdaki eksik parça yerine oturdu, “O” hiç beklemediğimiz bir anda ortaya çıkıp, hayatımızın merkezine yerleşti, “her şeyimiz” oldu, sarıp sarmaladı yüreğimizi, içine aşk tohumları ekti, birlikte büyümelerini izledik en heyecanlı hallerimizle… Daha önce dizginleyemediğimiz ruhumuz, saatlerce bir çift gözün esiri olup kaynağı huzur olan sakin sularda yüzdü, anladık ki hayatta henüz yaşanmamış mutluluklar da var!..

Ve sahne sırasını 2008 aldı…

Sizi bilmem ama dostlarla ve sevgiliyle karşılanan bu yeni yılda, benim ilk repliğim “merhaba” diye haykırmak oldu bizi bekleyen bilinmezliklere… Tüm cömertliğiyle bize kollarını açan, yaşanacak yeni mutlulukları ve güzellikleri kuytularında saklayan 2008’in, bize güzel günler getirmesi, mutluluğumuzu daim etmesi için usulca edilen bir dua kelebeğin kanat çırpışlarına karıştı… Ve kelebek tozları dağıldı etrafa, herkese bulaşsın diye…

2008’de umutlarınızı taze tutup, bol bol gülümsemeniz dileğiyle… Herkesin yeni yılı kutlu olsun…